Yaklaşık 3 yıl önce başladığım “dogatarihimuzeleri.weebly.com” isimli internet sitemde uzun zamandır herhangi bir paylaşımda bulunmuyordum. İş yoğunluğu, vakit ayıramama vs… nedenler yazamama durumuna neden oldu. Ancak, bugünden itibaren artan motivasyonum, bu internet sitesindeki paylaşımlarıma hız vermem gerektiğini bana düşündürdü. Esasında önceki paylaşımlarım hakkında olumlu geri bildirimler almış olmam bunun en önemli gerekçesiydi. Tabi geçen sürede de farklı doğa tarihi müzelerini ziyaret etme ve elde ettiğim bilgileri paylaşma isteği de bir diğer yazma sebebim oldu. Neyse, bu bölümü çok uzatmadan konuya gireyim. Bu yazıda, sizleri her yıl çalışmalarımın önemli bölümünü gerçekleştirdiğim Amerikan Doğa Tarihi Müzesi hakkında bilgilendirmek istiyorum. Amerika Birleşik Devletleri’nin New York şehrinde yer alan bu önemli müze, İngiltere Doğa Tarihi Müzesi ile birlikte dünyanın en büyük iki doğa tarihi müzesinden birisi. Yaklaşık 190 bin metre karelik alan içinde sahip olduğu örnek sayısı 2016 yılı verilerine göre 33 milyona ulaşmış durumda. Kuruluşundan bu güne neredeyse 150 yılı aşkın zaman geçmiş olan Amerikan Doğa Tarihi Müzesi, sahip olduğu koleksiyonlar ve araştırma çıktıları ve tabi eğitim faaliyetleriyle Amerika Birleşik Devletleri’nin sahip olduğu bilim kültürünü en güzel şekilde ortaya koyan kurumlardan biri konumunda. Bahsettiğim 33 milyon örnek dünyanın farklı coğrafyalarındaki bilimsel amaçla gerçekleştirilen arazi çalışmaları neticesinde toplanmış örnekler. Dolayısıyla müzenin vizyonu o kadar geniş ki, tek bir ziyaretle dünyanın sahip olduğu tarihsel ve güncel biyolojik çeşitlilik hakkında çok önemli bilgilere ulaşabilirsiniz. Örneğin, Ornitoloji Bölümü’nün bilimsel koleksiyonunda yer alan doldurulmuş kuş örneklerinin sayısı bugün itibariyle 900 binlere ulaşmış durumda. Biyocoğrafya, evrim ve ekoloji anlamında önemli çalışmaları literatüre kazandıran bu müzenin çalışanları, sahip oldukları bu koleksiyonlarla (kuş koleksiyonu bunlardan biri) dünya biyolojik çeşitliliğini temsil eden çok önemli örnekleri (bir kısmı günümüzde yok olmuş durumda) bu müzenin koleksiyonlarında saklamaktadırlar. Bahsi geçen bu koleksiyonların ayrıntılarına yazının farklı bölümlerinde değineceğim. Ancak, söylemek istediğim, bir ülkenin temel bilim vizyonu ile sahip olduğu müzeleri ve bu müzelerdeki koleksiyonları arasında doğrusal bir ilişki olduğu. Yazı ilerledikçe bu cümlelerim de belli ölçüde anlam kazanmaya başlayacak. Amerikan Doğa Tarihi Müzesi ve bilim kültürü hakkında bu çok kısa giriş sonrasında, müzenin ziyaretçilere açık olan bölümlerini anlatarak yazıya başlamak sanırım daha doğru olacak. Bu ihtişamlı ve oldukça önemli doğa tarihi müzesinin ana giriş kapısı Central Park West caddesi üzerinde yer alır. İçeri girdiğinizde bir Sauropod’un T-rex saldırısına maruz kaldığı demonstrasyonun yer aldığı ana salon ziyaretçileri karşılar (RESİM 1). Oldukça yüksek tavanlı bu salon, müze girişinde ziyaretçilerin müze hakkında heyecan ve motivasyon duyması için yeterli duygu düzeyine ulaşmasını sağlar. Zeminle birlikte toplam 7 kattan oluşan müzenin, ilk 4 katı farklı coğrafyalara ait biyolojik çeşitlilik bileşenleri hakkında bilgi verir. Örneğin, ana giriş kapısı ikinci kata açılır ve bu katta Asya ve Afrika memelilerine ait salonlar yer alır. Ayrıca, bu katta canlı kelebek sergisi de çok uzun zamandır ziyaretçilerin ilgisine açıktır. Müzenin birinci katı, yani, ana girişin bir alt katı, biyolojik çeşitlilik, su altı yaşamı, Kuzey Amerika doğası, jeolojik sergiler, insanın evrimi, Amerikan yerlileri ve minerallere ilişkin galerileri içerir. Üçüncü kat, yani, ana girişin bir kat üstü, Afrika doğasına ilişkin salonlar yanı sıra farklı canlı gruplarına ilişkin sergileri içerir. Dördüncü kat ise dinozorlar ve nesli tükenmiş sürüngenler, deniz yaşamına ait canlılar ve büyük memelilere ait sergileri içerir. Aynı zamanda, dördüncü katta müzenin kütüphanesi de yer alır. Oldukça geniş bir koleksiyona sahip olan kütüphane bir çok araştırmacı tarafından ziyaret edilmektedir. Görseller eşliğinde anlatıma insan evrimi galerisi ile başlamak yerinde olur (RESİM 2, 3, 4, 5 ve 6). İnsan evrimi özellikle görülmesi gereken galerilerden biridir. Kapıdan girişte primatlarla insan arasındaki benzerlikleri gösteren iskelet demonstrasyonları ziyaretçileri karşılar. Galeri içinde ilerledikçe insan evriminin ilk basamaklarından Lucy’nin iskelet kalıntılarına, sonrasında Neandertallere ve modern insana kadar olan süreç basamaklar halinde ziyaretçilere sunulur. Bu serginin görünmeyen kısmında yer alan tüm arkeolojik bulgular da müzenin genel ziyaretçilere kapalı olan bilim kısmında korunmaktadır. Bu bölümü bitirdikten sonra, salonun devamında minerallerin olduğu bölüme geçilir ve iki sergi alanı bu şekilde tamamlanır. İnsan evrimi salonunun girişi ve çıkışı aynı yerden yapılmakta ve bu yer geniş bir salona açılmaktadır. Burası müzenin bir diğer girişini oluşturur. Büyük bir kanonun sergilendiği bu salon (RESİM 7) da müzenin önemli salonlarından biridir. Kanonun olduğu salondan doğu yönüne doğru biyolojik çeşitlilik ve su altı yaşamı salonlarına ulaşılır. Bu kısımları, biyolojik çeşitliliği de detaylandırarak anlatacağım ayrı bir yazı metni olarak ikinci bölümde okuyabileceksiniz. Bu vesileyle, bir sonraki metin içinde Türkiye’de bir doğa tarihi müzesi olsaydı, bugün Anadolu’nun biyolojik çeşitliliği hakkında günümüzde ne tür tartışmaları yapıyor olurduk sorusunu da tartışmaya başlayacağım.
0 Yorumlar
28/10/2016 0 Yorumlar İsveç Doğa Tarihi Müzesi Doğa tarihi müzeleri nitelikli bilim kültürünün ortaya çıkardığı mekanlardır. Modern biyolojinin temel iskeletinin şekillenmesini sağlayan görüşler, doğayı merak eden gözlemciler sayesinde gelişmiştir. Bu gözlemcilerin gerçekleştirdikleri araştırmalar neticesinde elde ettikleri koleksiyonlarını sergiledikleri yerler ise doğa tarihi müzeleridir. Bu koleksiyonlar sayesinde önce coğrafya ile bitki ve hayvan zenginlikleri ilişkilendirilmiş, biyolojik çeşitliliğin geçmişi irdelenmeye başlanmış ve ilk olarak biyocoğrafya, daha sonra evrim ve ekoloji gibi bilim dalları ortaya çıkmıştır (bu üç bilim dalı da aynı soy hattından köken alır ve en eskisi biyocoğrafyadır). Nitelikli koleksiyonlara sahip İsveç Doğa Tarihi Müzesi, Avrupa’daki doğa tarihi müzeleri arasında önemli bir yere sahip. Müzenin kuruluşuna ilişkin ilk adımların atılması günümüzden yaklaşık 275 yıl öncesine uzanıyor. Bu tarihsel geçmişi bir miktar daha ayrıntılandırarak anlatmak ilginç bir okuma deneyimine kapı açabilir düşüncesiyle bu metni şekillendirmeye çalıştım. Başlamadan önce doğa tarihi müzeleri ve doğa tarihi hakkında iki farklı alıntıya yer vermek istiyorum. Ünlü aktör Arthur Darvill doğa tarihi müzesindeki deneyiminden şöyle bir çıkarım yapmış: "I go to the Natural History Museum and look at the cage of stuffed starlings there. But my favourite thing is the big blue whale. The scale of it is unbelievable, and makes you feel how insignificant you are as a human being". Alfred Russel Wallace ise doğa tarihininin bizim dışımızdaki dünyayı anlama üzerine önemine dikkat çekmiş: "In all works on Natural History, we constantly find details of the marvellous adaptation of animals to their food, their habits, and the localities in which they are found". İki alıntı arasında yaklaşık 160 yıllık bir süre var; bu durum bize bilim kültürünün toplumlarda bir anda şekillenmediğini gösteriyor. Hele birde daha da fazla emek isteyen nitelikli bilim kültürünün gelişmesinden bahsedeceksek daha da eskilere gitmemiz gerekiyor. Şimdi İsveç Doğa Tarihi Müzesi hakkındaki yazıma başlayabilirim. Altını çizmek istediğim bu noktayı yazının sonunda daha iyi anlayacağınızı düşünüyorum. İsveç’te doğa tarihi araştırmaları 1730’lu yıllarda başlamıştır ve 1739 yılı ise İsveç Kraliyet Bilim Akademisi’nin kuruluş yılı olmuştur. Bu önemli tarihi akademinin kuruculularından olan, günümüzdeki sınıflandırma ve canlıların isimlendirilmesine ilişkin ilkelerin kurucusu Carl Linnaeus ile ilişkilendirebiliriz. İsveç Kraliyet Bilim Akademisi kurulduktan sonra İsveç Doğa Tarihi Müzesi için ilk koleksiyonun da adımları atılmış. İlk örnek Jonas Alströmer tarafından sağlanmış, kendisi koleksiyona bir mantar örneği hediye etmiş. Koleksiyonun mayası niteliğindeki bu örnekle birlikte koleksiyon adım adım büyümüş. Akademinin kuruluşuna denk gelen tarihlerde Uppsala Üniversitesi’ndeki eğitimini tamamlayan Linnaeus büyüyen bu koleksiyonda araştırmalar yapmaya başlamış. Kendisi tarafından yapılan birçok yeni türün keşfiyle türlerin isimlendirilmesine ilişkin temel ilkelerin ilk adımları da bu dönem içinde atılmış. 1753 yılında Akademi’nin Stockholm’de yeni bir yer edinmesiyle birlikte koleksiyon da bu yeni yapı içine taşınmış. Kral Adolf Fredrik yeni binanın açılışını yapmış. Açılış sonrasını takip eden yıllarda müzeye bağışlanan örnekler artarak devam etmiş. 1778 yılında fabrikatör Charles de Geer böceklerden oluşan geniş koleksiyonunun tamamını müzeye bağışlanmış. Artan koleksiyon ve yer ihtiyacı müzenin bir kez daha taşınmasına neden olmuş ve aynı yıl içinde müze tekrar taşınmış. Bu sefer Stockholm şehir merkezinde yer alan yeni bir binaya taşınan müzenin açılışını Kral III. Gustav yapmış. Bu tarihlerde koleksiyonun bazı bölümleri farklı şehirlerde yer alırken, bu yeni biayla birlikte koleksiyonlar tek bir binada bir araya gelmeye başlamış. Bu sayede sadece Akademi üyelerine açık olan koleksiyonlar sınırlı şekilde halka da açılmaya başlanmış. İsveç Doğa Tarihi Müzesi’nde bilinen en eski müze kataloğu 1788 tarihinde oluşturulmuş. Akademi müzedeki koleksiyonları 1818 tarihinde farklı sınıflar altında derlemeye başlamış ve böylece zooloji ve botanik bölümleri kurulmuş. Bu tarihte Gsutav von Paykull ismindeki doğa bilimci kendi koleksiyonunu müzeye bağışlamış. 1828 yılında koleksiyon içindeki farklı hayvanlar zoolog Sven Nilsson’un katkılarıyla farklı bölümlere ayrılmış. Bu sayede İsveç Doğa Tarihi Müzesi’nin sahip olduğu örnekleri sergilemesi anlamında ilk düzenli ambiyans da oluşmaya başlamış. 1841 yılında botanik, zooloji ve mineral koleksiyonları bir araya getirilerek tek bir çatı altında sergilenmeye başlanmış. Koleksiyonun hızla büyümesi ve farklı bölümlerin oluşmasıyla yer sıkıntısı tekrar sorun olmuş. Koleksiyondaki her bir bölümüm başına sorumlu bir kişi atanmış. Koleksiyonla ilgili sorusu olan kim olursa “The Gentlemen at the Museum” olarak adlandırılan bu kişilere danışabiliyormuş (bu sıfatın günümüzdeki karşılığı ise biyolog olarak tanımlanabilir). Yer sıkıntısı nedeniyle 1901 yılında yeni bir bina tasarlanmaya başlamış ve 1905 yılında mimar Axel Anderberg’in tasarımı kabul edilmiş. Bu yeni binanın tamamlanması ve 1916 yılında tüm koleksiyonun transferiyle müze eskisine göre halka daha açık hale gelmiş. Bugün de aynı binada ziyaret edebileceğiniz bu müze İsveç’in en büyük müzesidir. Müze, Avrupa’nın da en büyük doğa tarihi müzeleri arasında yer almaktadır. Uzun geçmişe sahip doğa gözlemlerinin ve çalışmalarının bir ürünü olan İsveç Doğa Tarihi Müzesi, İsveç’in saygın bilim kültürünün de bir yansıması olarak kabul edilebilir. İsveç Doğa Tarihi Müzesi’ne yaptığım kısa süreli iki farklı ziyaret sonrasında, müzenin zengin koleksiyonlara sahip olduğunu gözlemledim. Örneğin kuş örneklerinin toplamı 150.000 gibi anlamlı bir sayıyla tanımlanıyor. İskandinav coğrafyası yanı sıra benim için ilginç olan bir diğer nokta müzede yer alan Afrika kıtasına ait örnek zenginliği oldu. Sergilerde dikkat çeken noktalardan bir diğeri ise biyolojik çeşitliliğin dünya üzerindeki dağılımının güzel bir kurguyla verilmiş olması. Özellikle kuş örnekleri coğrafya ile tür çeşitliliği arasındaki ilişkiyi anlaşılabilir hale getirecek şekilde düzenlenmiş. İsveç doğasına geniş yer verilen müzede, İskandinav coğrafyasının sahip olduğu tür zenginliği çok güzel irdeleniyor. Evrim sergisinin büyük bir kısmını insanın evrimi oluşturuyor ve bu sergi oldukça açıklayıcı bir şekilde tasarlanmış. Bir diğer evrim sergisi ise doğa tarihi müzelerinin kaçınılmazı dinozorlar. Ancak dinozor sergisini insanın evrimi kadar başarılı bulduğumu söyleyemeyeceğim. Çok sıkışık bir alanda çok fazla şey anlatılmaya çalışılmış. Takibi zor ve yorucu görünüyor. En azından bana göre... Bir kez daha altını çizmek gerekir ise, doğa tarihi müzeleri dünyadaki biyocoğrafi örüntüleri ve özellikle de biyolojik çeşitliliğin evrimsel tarihini anlamaya ışık tutan yerler olarak da tanımlanabilir. İsveç Doğa Tarihi Müzesi bunun güzel örneklerinden birisini temsil ediyor. Ayrıca bu müzeyi ziyaret eden herkes tatminkar bir şekilde İskandinav coğrafyasının sahip olduğu biyolojik çeşitlilik hakkında da bilgi sahibi olabiliyor. Ne kadar acı ki, zengin biyolojik çeşitliliğimizi anlatan bir doğa tarihi müzemiz yok. Bu durum, yine ne yazık ki, bizlerin bile kendi coğrafyamızı yeterince anlamadığımızı gösterecek nitelikte. “Doğa tarihi müzesine sahip olsaydık Anadolu ve Türkiye hakkında neler söyleyebilirdik?” Bu sorunun cevabı bir sonraki yazının konusu. Kısa zamanda görüşmek dileğiyle!... Tarih 7 Şubat 2016, Norveç Doğa Tarihi Müzesi ziyareti ve bu ziyaretten aklımda en çok kalan şey 47 milyon yıllık fosil IDA olmuştu; en eski ve yapı itibariyle en iyi korunmuş primat fosili, Oslo Doğa Tarihi Müzesi'nde sergileniyor. 2007 yılında müze tarafından alınan bu fosil, 2009 yılında dünyaya tanıtılmıştı. Dişi bir bireye ait olduğu bulunan bu fosilin iskelet yapısı çok iyi korunmuş. Bilimciler fosilin "baculum" kemiğinin olmadığını bulmuşlar ve dolayısıyla fosilin dişi bir bireye ait olduğunu ortaya çıkarmışlar. Hatta IDA'nın yediği son yemeğin böğürtlen olduğunu bile bu fosil üzerinden söyleyebiliyorlar. Ayrıca, IDA ile ilgili bilimcileri şaşırtan bir diğer durum ise IDA'nın genellikle daha gelişmiş primatlarla özdeşleştirilen bazı özelliklere sahip olması olmuş. IDA, kendi türü içinde bugüne kadar bulunanlar arasında en az eksiğe sahip olan fosil. 1983 yılında Frankfurt yakınlarında fosil bakımından zengin olduğu bilinen Messel ismindeki coğrafi lokalitede (burası oldukça eski bir krater gölü) bulunan ve bu derece iyi korunmuş olan bir fosili izleyebilmek ve aynı zamanda fotoğraflayabilmek heyecan vericiydi. Fotoğraflar aşağıda!... Geçtiğimiz ocak ayında (Ocak 2016) Berlin Doğa Tarihi Müzesi’ne yaptığım ziyaret ile birlikte bu güzel şehrin önemli mekanlarını görme fırsatı bulduğum için oldukça mutluyum. Görülmesi gereken bir şehirmiş, ancak kışın değil; görünen o ki Berlin yaz aylarında çok daha güzel bir yer. Berlin’e iş ziyaretinden ziyade gezmeye gelecekseniz, kesinlikle yaz sezonu tercih edilmeli. İşten vakit buldukça ve tabi hava durumu da izin verdikçe Berlin’i dolaşmaya çalıştım. Sonuçları bu notlar oldu. Berlin doğa tarihi notlarımın ilki Archaeopteryx hakkında; dilerseniz Archaeopteryx ile Berlin Doğa Tarihi Müzesi hakkındaki kısa yazıma başlayalım... Archaeopteryx (Almanca ismiyle "Urvogel - orjinal kuş") dinozorlar ile modern kuşlar arasındaki geçiş formu olarak biliniyor. Kuş özellikleri yanı sıra uzun bir kuyruğunun olması ve gagada dişlerinin olması gibi bazı özellikleriyle modern kuşlarda göremediğimiz farklı özelliklere de sahip. Fosilin en iyi örneği Berlin Doğa Tarihi Müzesi’nde sergileniyor. İlginç bir hikayesi var. Bugün örneği fotoğrafladığım sırada bu hikayeyi tekrar okudum; doğa tarihi notlarıma da iliştirmek istedim. Archaeopteryx’in Berlin’de sergilenen örneği 1874 yılında Eichstatt yakınlarında Blumenberg’de bulunmuş. Bu fosilin dikkat çekici yanı çok iyi korunmuş olması, tüyleri ve kafatasını rahatlıkla görebiliyorsunuz. Fosili bulan Jakop Niemeyer yaklaşık 150 Alman Markı karşılığında bu örneği Johann Dörr isimli kişiye satmış. Daha sonra bu örnek Johann Dörr tarafından 2,000 Alman Markı karşılığında Ernst Haberlein’a satılmış. Nihayet iş adamı Werner von Siemens 20,000 Alman Markı karşılığında bu örneği Berlin Üniversitesi Kraliyet Mineraloji Müzesi için satın almış. Bu tarihten sonra Archaeopteryx’in Berlin örneği Museum für Naturkunde Berlin (Berlin Doğa Tarihi Müzesi)’nde korunmaya alınmış. Müzeye girdiğinizde bu değerli fosilin sergilendiği dinozor salonu karşılıyor sizi. Fosilin sergilendiği bölüm güvenlik açısından üst düzey korumaya sahip. Oldukça hoş bir ışıklandırma düzeneği hazırlanmış. Bu ışıklandırma sayesinde tüm ayrıntıları görebiliyorsunuz. Etkilenmemek elde değil. Şimdilik bu kısa hikayeyle bu yazıyı sonlandırıyorum; ancak, kuşların evrimine ilişkin bilgilerle müze hakkındaki notlarıma devam edeceğim. Berlin, doğa tarihi müzesi yanı sıra yakın tarihiyle de oldukça ilginç bir şehir. Genel tarih bu yazının konusu değil ancak, kısaca not düşmek istediğim bir şey var. Berlin’in tarihi hakkında bu satırları okuduktan sonra Steven Spielberg’in yönettiği ve Tom Hanks’in başrolünü oynadığı Casuslar Köprüsü isimli filmi de seyretmenizi öneririm. Oxford Üniversitesi Doğa Tarihi Müzesi 1860 yılında bilimsel çalışma merkezi olarak kurulmuş. Esasında tarihi 1860'dan eskiye gidiyor. 1683 yılında J. Tradescant'ın özel kolleksiyonu şeklinde kurulan müze, bu tarihte üniversitenin bir parçası değilmiş. Ancak, bugün uluslararası öneme sahip jeoloji ve zooloji örneklerinin saklandığı, aynı zamanda da eğitim amaçlı sergilendiği bir müze konumunda. Neo-Gotik mimarinin bir örneği olan müze binası biyolojik çeşitliliğin evrimsel tarihini anlamaya yardımcı olacak bir çok örneğe sahip ve bunların 19.000 tanesini ise kuş örnekleri oluşturuyor. Kuş örnekelerinin çoğunun temsil ettiği ülkeler ise İngiltere, Yeni Gine, Güney Afrika, Borneo, Sulawesi, Ekvator, Brezilya, Arktik ve Yeni Zellanda. Müzenin sahip olduğu en önemli örneklerden biri olan Dodo (Raphus cucullatus) kuşu müzenin ve hatta üniversitenin sembolü olmuş. Uçma özelliğini yitirmiş, Mauritius adasına endemik bir tür olan Dodo günümüzde ne yazık ki nesli tükenmiş (extinct) statüsünde yer almakta. En yakın akrabası ise Madakaskar'ın doğusundaki Rodrigues adasına endemik ve yine nesli tükenmiş bir başka kuş türü, Pezophaps solitaria. Bu iki nesli tükenmiş kuş türünün günümüzde yaşayan en yakın akrabaları ise güvercinler ve kumrular. Bu grup içerisinde iki türe genetik olarak en yakın tür ise Hindistan'ın doğusundaki takım adalarda varlığını sürdüren Nicobar güvercini (Caloenas nicobarica). Şimdi gelelim Dodo'nun hikayesine... Dodo’nun varlığına ilişkin ilk kanıt 15. yüzyılda Afrika’nın doğu kıyısına 1200 mil uzakta konumlanmış volkanik bir ada olan Mauritius’da bulunmuş. Hollandalılar 1598 yılında bu adaya geldiklerinde öncelikle adayı keşfetmiş ve sonraki 40 yıl içinde de adada ilk yerleşimlerini kurmuşlar. Yaklaşık 70 yıl süren yerleşimleri 1710 yılında sona ermiş. Toplam altı Dutch gemisinin komutanı olan Amiral Jacop Cornelius Van Neck Mauritius’un, Avrupa ile Doğu Hint Okyanusu Adaları arasında seyahet eden Dutch gemileri için uygun bir konaklama alanı olabileceğine karar verir. Adada bol miktarda ağaç, yiyecek ve kuş, kısacası adada bol miktarda besin ve destek malzemesi bulunmaktadır. O dönemde oldukça yüksek popülasyon büyüklüğü ile temsil edilen Dodo, ada üzerinde hiç predatörü bulunmadığı için uçma özelliğini yitirmiş iri bir kuş olarak dikkat çekmiş. İsminin tam olarak kökeni bilinmiyor olmasına karşın, hakkında çeşitli tanımlamalar yapılmış. Örneğin bir diğer Dutch denizci, Wybrand Van Warwijck, bu kuşu etinin sertliği ve lezzetine göre “Valghvogels” olarak tanımlamış. 1598 yılınan önce, 1507 yılında Portekizli denizciler adaya gelmiş olsa da onların ziyaretine ilişkin çok fazla yazılı kanıt bulunmuyormuş. Fakat, Portekiz dilinde “doido” aptal ya da deli anlamında kullanılan bir kelimeymiş. Dolayısıyla Dodo kelimesinin Portekiz kökenli olduğu da düşünülmüş. Yakalanması adadaki diğer canlılara göre daha kolay olan Dodo’yu o dönemdeki gemiciler Avrupa’ya ve hatta Hindistan’a bile götürmüş. İlk Dodo örneğinin Oxford’a geliş zamanı ise 1634 yılından önceki bir tarihe denk geliyormuş ve bu örnek Anatomi Okulu’nda saklanmış. |
|